(Andrey Sinyavski’nin “Sovyet Medeniyetinin Temelleri” adlı kitabıyla ilgili detaylı bilgi için bkz. Sovyet Medeniyetinin Temelleri – I)
Andrey Sinyavski’nin “Sovyet Medeniyetinin Temelleri” kitabından aktarmaya değer daha pek çok şey var aslında. Ancak kitabı tanıtmaya çalışırken yayın haklarını suistimal eder bir konuma düşmeyi de istemiyorum. Bu yüzden son bir çeviri-postla bu seriyi kapatıyorum.
Aşağıda okuyacağınız kısım kitabın “Aydınların rolü ve yeri” başlıklı alt bölümünden.
1909 yılında, Lenin’in “liberal dönekliğin ansiklopedisi” olarak nitelediği “Vehi” (Yol işaretleri) başlıklı makele derlemesi yayınlandı. “Vehi”nin bütün ansiklopediliği ve bütün dönekliği, 1905-1907 yıllarının kanlı trajedilerinden sonra entelektüel gelenekleri yeniden ele almaya karar veren ve çarcı gericiliğin aşırılıklarıyla devrimin aşırılıkları arasında üçüncü bir yol bulmayı deneyen son derece küçük, ılımlı bir aydın grubunun ortaya çıkmasından ibaretti. Bu küçük ve benzersiz derlemenin yazarları, aydınları sükunet içerisinde yaratıcı çalışmaları sürdürmeye, devrimin ve despotizmin tutkularından uzak durmaya, nihilist red yoluna sapmadan veya geçmişin muhafazakar koruyuculuğuna soyunmadan olumlu ve yapıcı çözümler aramaya çağırıyordu. Yanı sıra, “Vehi” dinin, ahlakın ve insan kimliğinin ebedi değerlerini hatırlatıyordu. Lenin’in onları ihanetle suçlaması için bu kadarı yeterliydi. Çünkü bütün liberal aydınlar gözleri kapalı Lenin’in ardından onun gelecekteki diktatörlüğüne doğru yürümeliydi. Bolşevizmin mantığı buydu.
Bütün bunlar 1917’den sonra da tekrarlandı. Özgürlüğe ve demokrasiye ihanet eden, bağımsız basını yasaklayan ve kitlesel bir terör uygulamaya girişen Bolşevikler bir yandan da aydınların sevinç içerisinde bu durumu selamlamasını istiyordu. Aydınlarsa o sırada korkudan titriyor, öfkelerini içlerine akıtıyor, çaresizlik içinde gülüyor, ideallerinin ölümüne ağıt yakıyor ve gerçekten de iki ateş arasında sıkışmış bir vaziyette, Kızıllarla Beyazlar arasında gidip geliyordu. Bütün bunlar bir yandan aydınlara özgü yumuşaklık, zayıflık ve kararsızlık, diğer yandan da yüksek ahlak ve ruhsal dayanıklılık şeklinde kendini gösteriyordu. Bu bağlamda şair Maksimilyan Voloşin‘in durumuna atıfta bulunacağım. Voloşin, İç Savaş yıllarında Kızıllar ve Beyazlar arasında sürekli el değiştiren Kırım’da yaşıyordu. O yıllarda Kırım’da her zaferi kanlı bir hesaplaşma izliyordu. Ne Kızılların, ne de Beyazların tarafını tutan Voloşin, bu kanlı kavgaya dünya çapında tarihsel bir trajedinin yeniden tezahürü gözüyle bakıyordu. Ancak onun “çatışmalar üstü” düşünür ve bilge pozisyonu o sırada tehlikede olan kim varsa empati duymasına ve gücü ölçüsünde yardım etmesine engel değildi. Voloşin, kendi başını da riske atarak, Kızılları Beyazlardan ve Beyazları Kızıllardan kurtardı. Yani sınıfsal ve partili kimliklerine bakmaksızın insanları birey birey kurtarmaya çalıştı. Tarih felsefesi alanındaki görüşlerinin genişliği ve inançlara karşı ilkesel saygısı, Voloşin’in bu korkunç savaşta her iki tarafın da kendine göre hem haklı, hem de haksız olduğunu anlamasına imkan tanıdı. Ancak her şeyden daha korkunç olan bir şey varsa o da her iki tarafın da üzerine uzlaştığı, her türlü farklı görüşe duyulan tavizsiz düşmanlıktı:
Hem burada hem orada, saflar arasında
Yankılanıyor aynı ses:
“Kayıtsız kalmak yok! Gerçek bizimle!
Bize karşıdır bizimle olmayan herkes!”Bense aralarında duruyorum
İnleyen alevin ve dumanın içinde
Var gücümle dua ediyorum
Her ikisi için de.Ne var ki, devrim koşullarında “her ikisi için de” dua etmek ikiyüzlülük ve suç sayılıyordu. Yine aynı mantığa göre: “Bizimle olmayan herkes bize karşı”ydı. Zira devrim ve sosyalizm sınıf savaşının geliştirilmesi, mümkün olan her yoldan büyütülmesi ve keskinleştirilmesi üzerinden inşa ediliyordu. “Her ikisi için de dua etmek” bu koşullarda toplumsal çelişkilerin yumuşatılması ve devrimin elinden en önemli silahının, yani sınıf savaşı öğretisinin alınması anlamına geliyordu. Bu bağlamda Kızılların bakış açısına göre bir Kızıla ateş eden Beyaz bir subay, hiç kimseye ateş etmek istemeyen uzlaşmacı rezil bir aydından bin kere daha iyidir. Çünkü Beyaz subay ateş ederek Marksist-Leninist teorinin doğruluğunu göstermekte, zora başvurmamızı haklı çıkarmakta. Oysa aydın, parti çizgisinden uzak kararsızlığıyla bütün kartları karıştırmakta ve proletarya dinindeki en korkunç küfre batmakta.
Rus tarihinde aydınların devrimdeki durumu sorununun tekerrür edişini gözlemlemek çok ilginç doğrusu. Voloşin’in mısralarından kırk yıl sonra Pasternak’ın “Doktor Jivago” romanı ortaya çıktı ve bütün dünyayı dolaştı. (Birkaç yıl sonra ise Pasternak bu romanıyla muhaliflerin öncüsü ve manevi babası haline geldi.) Ve bir kez daha Sovyet tribünlerinde Pasternak’a karşı küfürler ve ihanet suçlamaları yükselmeye başladı. Pasternak’ın “hainliği” ise şuydu: Romanın kahramanı Yuri Andreyeviç Jivago İç Savaş yıllarında ne Beyazlara, ne de Kızıllara ateş etmek istemiş ve her iki tarafın kıyıcılığından ürkerek her ikisi için de dua etmişti. Pasternak, yumuşakbaşlılıkları ve uzlaşmacılıkları yüzünden aydınları uzun süre ısrarla yerin dibine batıran Sovyet edebiyatını yadsırcasına, romanında tipik bir aydın imgesini, yanı sıra onun yeni toplum içindeki hüzünlü kaderini ve önemli başarısını betimlemişti. Yani insanların ideolojik ve partisel fikir ayrılıkları yüzünden birbirini katlettiği ve herkesi de bunun bir parçası yapmaya zorladığı bir zamanda öldürmeme başarısı, sınıf savaşının kanunlarını ahlaki açıdan kabul etmeme başarısı. Pasternak’ın romanında, kahramanın partizanlar tarafından doktor olarak zorla alıkonululduğu ve çarpışmaya katılmak zorunda kaldığı o ünlü bölüm Sovyet basınının ayrıca tepkisini çekmişti. Çünkü kimseyi öldürmek istemeyen bu aydın bilerek hedefi ıskalıyordu. Konstantin Simonov’un bu hususta özellikle öfkelendiğini hatırlıyorum. Bu öfkenin ardından her zamanki yaveler işitiliyordu: “Jivago-Pasternak ne ona, ne de buna yaranabilen, belirsiz, “ihanet içerisinde” bir pozisyon tutmak yerine, Beyazlarla birlik olup Kızıllara ateş etse daha iyiydi.” Ki asıl sorun da buydu zaten, Sovyet devleti ve toplumu için asıl düşman insanlıktı, savaşa katılmama tavrıydı. Eski aydınlara yapılan bütün saldırılar işte buradan geliyordu.
(s.196-199)
Merhaba. Ateşi Çalmak adlı kitap için yaptığım bir google aramasıyla kendimi sitenizde buldum. 2 gündür hala buralardayım. Çok önemli konularda nesnel ve bilgilendirici yazılarınızı zevkle okudum. Siniavski’nin bu kitabı türkçede yok sanırım. Çevirmeyi düşünmez misiniz?
Selamlar. Keyif almanıza sevindim.
Çeviri işlerinde belirleyici pozisyonda olan yayınevleri. Yani birilerinin biz bu kitabı basmak istiyoruz, karşılığını hakkaniyetle ödemeye hazırız diye ortaya çıkması lazım. Sonrası kolay. Ben olmasam da Sinyavski çevirmek isteyecek çok nitelikli çevirmenler var Türkiye’de.
Anlıyorum. Haklısınız tabii, birilerinin bu tarz eserleri çevirmeyi istemesi lazım öncelikle. Her ne kadar edebiyat alanında epey bir Rusça çeviri mevcutsa da, tarihi, teorik, siyasi metinlerde ister istemez yayınevlerinin siyasi yönelimlerinin izin verdiği kitaplarla buluşabildiğimizi düşünüyorum. Burada okuduğum bir kaç makale bu görüşümü iyice pekiştirdi. Moshe Lewin’in o muhteşem ‘Sovyet Yüzyılı’nı düşünün, İletişim’den basılan. Carr’ın Bolşevik Devrimi’ni düşünün. Isaac Deutcher’in çalışmaları hakeza. Sovyet Tarihine son derece nesnel bakan çok büyük tarihçiler bu adamlar. Onların kitaplarını okuduğumda 60’larda basılsaydılar diye yazıklandığım çok olmuştur.Lukacs’ı ben dahil sanat konusuna meraklı herkes bilir bu memlekette. Lukacs gene iyidir, 70’lerde Jdanov ondan çok okunuyordur allah bilir. Ama Platonov’u yeni duydum ve utandım mesela. 70’lerde kaç kişi biliyordur, kim bilir.
Neyse, geçen gene 30’lardaki temizlikten de bahseden bir yazınızda bu temizlikten nasibini alan Ali Cevdet adlı bir Türk komünistin adı geçiyordu. O yıllara meraklıyımdır, epey okumuşumdur da. Maalesef 30’lardaki temizlik sadece Rusya’da yaşanmış bir şey gibi bilinir. TKP de kaynayan bir kazandır o yıllarda. TKP’deki mevcut Şefik Hüsnü yönetimini kemalist rejime karşı pasif bulan Nazım Hikmet önderliğindeki muhalif TKP’lilerin Komintern’e tüm bunları anlatsın ve Komintern temsilciliğini muhalefet adına alıp gelsin diye gönderdikleri bir adam vardır bu yıllarda. Adı Tufan. Vedat Türkali’nin Güven’inde adı geçer, Emin Karaca’nın ‘Eski Tüfeklerin Sonbaharı’nda ropörtaj yaptığı Boz Mehmet’ler falan da doğrular Tufan’ı. Tufan alıkonur, bir daha memlekete dönmesine izin verilmez. Ama akıbeti de bilinmez. Ben, Ali Cevdet gibi, Hacıoğlu Salih gibi, entrika ustası Laz İsmail tarafından Gulag’a gönderildiğini ya da direk infaz edildiğini düşünüyorum. Bir gün bir yerlerde rastlarsanız adına, onu da buraya yazın. Oralarda kim bilir açılmamış ne defterler var. Yavaş yavaş el atılacak diye umuyorum.
İyi çalışmalar.
Nail Çakırhan’ın Şükrü martel’den öğrendiğine göre, Tufan (yani Alyanak Fuat) idamdan kurtulmuş, Taşkent’e sürülmüş. Sürgünde bir doktorla evlenmiş ve 1962(?) yıllarında oralarda ölmüş.
Melih Bey, çok teşekkürler. Nail Çakırhan’ın hangi kitabından acaba bu bilgi?
http://nadirkitap.com/kitapara_sonuc.php?kelime=nail+%E7ak%FDrhan&anasayfaara=ARA
TüSTAV’dan çıkan “Anılar” kitabında. Fazla bilgi: Kapaktaki fotoğrafı 1998’de Akyaka’dayken ben çekmiştim.